Bizim özetlemek gerekirse “İngiltere” dediğimiz Büyük Britanya İmparatorluğu’nun ordusunun son olarak 1781 senesinde Yorktown’da Amerikan askerlerine teslim oluşunun üstünden tam 135 yıl geçmişti. “Üstünde güneş batmayan imparatorluk” bu kadar uzun bir süre sonrasında ilk kez 29 Nisan 1916’da yabancı bir kuvvete bir ordusunu tutsak veriyordu. Hem de gücünün zirvesindeyken.
Edward Erickson‘un ifadesiyle İngilizlerin Osmanlı ordusu karşısında kaybetmiş olduğu asker sayısı hakkaten de “oldukça utanç verici”ydi. Kendi sözleriyle söylersek “Aşağı ırklar”ın kuşatmalarına başarıyla direnme geleneği içine işlemiş olan bir millet (İngiltere) için Kûtu’l-Amâre fevkalâde aşağılayıcıydı.”
Gene İngiliz askeri tarihçisi James Morris Kûtu’l-Amâre yenilgisinin “İngiltere’nin askerî tarihindeki en rezilane teslimiyet” olarak tanımlamıştı. Tarihçi Patrick Crowley ise “29 Nisan 1916 zamanı İngiliz ordusu için askerî tarihindeki en ağır hezimetlerden birine tanık olmuştur” diyecekti. Keza Londra Hükümeti 6. Tümen’in toptan teslim oluşunu hazmedemeyerek Mezopotamya Komisyonu’nu kurup yenilgiyi soruşturmuş ve suçluları tespit için detaylı bir rapor hazırlatmıştı.
Kutu’l-Amâre kahramanı Halil (Kut) Paşa’nın –ki Enver Paşa’nın amcasıdır- inisiyafiyle 29 Nisan zamanı Kut Bayramı olarak kutlanmaya başlamış, resmi olarak değilse bile Silahlı Kuvvetler bünyesinde bir ‘anma güü’ olarak 2. Dünya Savaşı sonuna kadar sürmüş fakat İngiliz-Amerikan yeni dünya düzenine intibak sürecinde lağvedilmiştir.
Madem Kutu’l-Amâre, Çanakkale zaferinin verdiği moralle kazanılmıştı, öyleyse Çanakkale benzer biçimde ‘belirli günlerimiz’ arasına alınmalı, İngiliz emperyalizmine attığımız ikinci tokat olarak zihinlere nakşedilmelidir.
Kutu’l-Amare zaferinden İngilizler teslim oluyor.
BİR ZAFER NASIL UNUTTURULDU?
Şu ders kitapları yarası kanamaya devam ediyor ya ayıp olarak bizlere yeter. Yetkililere sesleniyoruz: Bu ayıbı bitirmiş olun, bu ülkenin çocuklarına adam benzer biçimde bir tarih okumayı lütuf olarak görmeyin. Şu Kutu’l-Amâre zaferini nede olsa o şekilde anlatın.
Peki şimdiye kadar iyi mi anlatılmış ki yakınma ediyorsun diyorsanız Cumhuriyet devri ders kitaplarında bir tura çıkmaya çağrı ediyorum sizi.
Hâmit ve Muhsin beylerin Maarif Vekaleti, kısaca Ulusal Eğitim Bakanlığı’nın 1930 tarihindeki Devlet Matbaası tarafınca basılmış Türkiye Zamanı adlı ders kitabında anlatılanlara buyurun (imlasına dokunmadım):
“Elcezirede savaşım eden türk ordusu öteki bir muvaffakiyet elde etti. Bağdada doğru cüretle ilerliyen bir ingiliz ordusu Kûtülammare mevkiinde muhasara edildi, teslim olmak mecburiyetini görmüş oldu. (…) Türklerin bu muvaffakiyeti gerçi harbin bir kat daha uzamasında büyük amil oldu. Lâkin neticeyi değiştiremedi.” (s. 721)
1930 senesinde bu kitabı okuyan bir talebe ne öğrenmiş oldu? Şunları:
Türk ordusu Bağdat’a doğru ilerleyen bir İngiliz ordusunu kuşatmış, onlar da teslim olmak mecburiyetini görmüşler fakat teslim olmuşlar mı, olmamışlar mı, belli değil.
Bu başarı gerçi savaşın uzamasına yol açmış fakat sonucu değiştirememiş, kısaca savaşın sonunda yenildik!
Derin bir ahlaksızlık yatıyor bu satırlarda. Yalnız birkaç satır yukarıda Miralay Mustafa Kemal Bey’in kumandasındaki kıtaların İngilizlerin Çanakkale taarruzunu akim bıraktığı ve İstanbul’u kurtardığı anlatılırken niçin “Fakat savaşın neticesini değiştiremedi” benzer biçimde bir kuyruk takılmıyor da sıra Kutu’l-Amare’ye erişince bu iğrenç ifadeye başvuruluyor? Zira Kutu’l-Amare’den Mustafa Kemal’in gölgesi bile geçmemiştir ve bu yüzden önemsiz hale getirilmesi gerekir!
SİLİNEN TARİH
1930’larda Kutu’l-Amare’nin iyi mi küçültülerek yansıtıldığını gördük. Peki yakınlarda yazılan kitaplarda durum iyi mi? Şimdi de güncel hal-i pür-melalimizi görelim.
Elimde Kemal Kara’nın yazdığı ve Talim Terbiye Kurulu’nun 16 Mayıs 2002 senesinde, kısaca Ak Parti iktidarından 6 ay ilkin ders kitabı olmasına karar verilmiş olduğu 2006 basımı Lise Tarih 2 var. Açıyorum 156. sayfasını ve şu akıllara zarar tek cümleyle sarsılıyorum:
“Harp başladığında, Basra’ya çıkan İngilizler, Kutu’l-Amare’de yenilgiye uğratıldılar.”
Bu kadar…
Kim uğrattı? Yanıt yok.
Iyi mi uğratıldı? Bilmiyoruz.
Başlarına kaya mı düştü de yenildiler? Kitabımız suskun.
1930 tarihindeki kitaptaki ahlaksızlıktı, bu alçaklıktır.
Bir zaferimizin böylesine ayaklar altına alınmasına sessiz kalırsak dilimiz kurur.
Şimdi de bir başka kitaba eğilelim. 1947 senesinde basılmış Arif Müfit Mansel, Cavit Baysun ve Enver Ziya Karal benzer biçimde üç baba profesörün yazdığı Yeni ve Yakın Çağlar Zamanı adlı ders kitabı da ötekilerden kalıcı değil. Kitapta İngilizler ve Fransızların “Anafartalar kahramanı Mustafa Kemal’in yarattığı kudretli savunma karşısında birçok yenilgilere uğratılmış olduğu” anlatıldığı halde (s. 164) Kutu’l-Amare’den tek bir cümle ile olsun bahsedilmemiştir! Bu da İsmet İnönü devrinde Kutu’l-Amare zaferinin tarihten silinmek istendiğinin kanıtıdır.
1930 tarihindeki kitaptaki ahlaksızlık, 2006 tarihindeki kitaptaki alçaklıktı, 1947 tarihindeki kitaptaki ise ihanettir.
Alman karikatüründe İngilizlerin Kutu’l-Amare’deki kaybı resmedilmiş.
Kutu’l-Amare’deki Arslanlar
Örnekleri çoğaltabiliriz fakat bu ahlaksızlık, alçaklık ve ihanetleri bu kadarıyla bilmek bile kafi. Onları tekrarlamak yerine bizlere unutturulmak istenenin iyi mi bir zafer bulunduğunu yazmak gerekir.
Kutu’l-Amare kahramanı Halil Paşa bugün Yahya Efendi dergâhının haziresinde mütevazı bir mezarda yatar. Kendisi zaferi kazanan arslanlarına şu şekilde hitap etmiştir:
“Bizlere 200 seneden beri tarihimizde okunmayan bir vakayı kaydettiren Cenab-ı Tanrı’a hamd ü şükr eylerim. Tanrı’ın azametine bakınız ki, 1500 senelik İngiliz devletinin tarihinde bu vak’ayı ilk kez yazdıran Türk süngüsü oldu.”
Ya 93 Harbi gazilerinden 80 yaşındaki Fazıl Paşa’nın Kutu’l-Amare’de vurularak yada atından düşerek şehid oluşu;
Yarbay Bekir Sami Bey’in başından yaralanmasına karşın cepheden ayrılmayarak Felahiye’de sargılar içinde tümenini yönetmesi;
Ya esirlerimiz, binlerce adsız şehid ve gazimiz…
Onlara aslolan siz unutturarak iyi mi kıydınız? Anlatın hele.
Sağ elimi aradım, bulamadım…
Halil (Kut) Paşa, cepheyi ziyarete gelen Alman Dükü ile yaralıları ziyaret etmektedir. Sol eliyle ekmeğini yiyerek yürüyen yaralı bir erimizle karşılaşırlar. Sol eliyle yediğinden utanan adsız kahraman “Sağ elim gülleyle koptu, aradım, aradım kolumu, bulamadım komutanım, ne yapayım” diyerek mazeretini beyan etmiştir.
Başka bir yaralı ise kendisine düşman askerlerinin savaşçılıklarını soran Dük ve Paşa’ya şu yiğitçe cevabı verir: “Sarı sarı oğlanlar gönderiyorlar kurtarmak için… Kartları gelse ne olur ki… Onları da oldukça gördük.”
Bu ruh ile Çanakkale’deki içinde bir fark görebiliyor musunuz?
Mehmed Muzaffer ve eşi unutulur mu?
1890 İstanbul doğumlu Yüzbaşı Mehmed Muzaffer’in hikâyesi ise büsbütün yürek parçalayıcıdır. Kutu’l-Amare’ye gönderildiğinde bir haftalık evlidir. Bölük komutanı olarak Felahiye muharebesine katılır ve boğazından ağır bir yara alır. Yanına bir Mehmetçiği çağırıp ondan almış olduğu kalemi kendi kanına batırarak son mektubunu yazar. Kanlı zarfın ön yüzündeki ifade Çanakkale’deki ruhun Kutu’l-Amare’de iyi mi yeni bir bedene girdiğini gösterir: “Kıble ne tarafta?” Yüzbaşının kendi kanıyla yazdığı mektup “Kelime-i Şehadet” ile devam eder ve “Bölük öcünü alsın” cümlesiyle biter.
Bitmedi.
Mektup hanımının eline geçer, hanım mektubu ‘Bakın emrinizde ne yiğitler çarpışıyor’ diyerek Halil Paşa’ya gönderir. Bu sırada sadece yedi gün birlikte olabildiği eşinden bebek beklemektedir. Bilir misiniz, bu gencecik anne talibi 6. Ordu Komutanına tam da kocasının bölüğünde nefer olarak vazife alabilmek için yalvarmıştır!
Teslim olan İngiliz generalleri sağda noturan Halil Paşa ile birlikte.