Şu soru hep soruluyor: Tacettinoğulları, Tekeoğulları, Çobanoğulları, Çandaroğulları, Dulkadiroğulları, Eşrefoğulları, İnançoğulları, Karesioğulları, Menteşoğulları, Pervaneoğulları, Ramazanoğulları, Saruhanoğulları, Karamanoğulları, Germiyanoğulları gibi, Anadolu’da onca Müslüman-Türk beyliği varken, bunların arasından neden sadece Osmanlı Beyliği, imparatorluk burcuna yükseldi?
Cevabım şöyle: Bu aşiretlerle beyliklerin arasında sadece Osmanlılarda “Devlet tefekkürü” vardı…
Bu yüzden Osmanlılar kısa ve uzun vadeli hedeflere sahiptiler…
Başıboş değil, güçlü ve etkileyici bir amacın peşine takılıp Anadolu’ya gelmişlerdi…
En başında kendilerine iki büyük hedef belirlediler: Bunlardan biri “dini”, diğeri “milli” idi…
Dini hedef: “İlâ-i Kelimetullah”!..
Milli hedef: “Kızıl Elma”!
“Kızıl Elma” hedefi son yüzyıllarda telaffuz edilmeye başlandı, ama aslında hep vardı. En başta ulaşılması gereken yer de Doğu Roma olarak belirlenmişti. Bunun öznesini ise Efendimiz’in Konstantiniye’nin fethine ilişkin meşhur Hadis-i Şerif’i teşkil ediyordu.
İnsanlar bu hedeflere göre eğitilip yetiştirilmişlerdi. Her birey, bu hedeflere ulaşmayı “varlık sebebi” sayıyordu.
Mevlâna, Yunus, Edebali, Dursun Fakih gibi “şeyh”lerle, Yesevi’nin Alp Erenler’i bu ebedi emeli yürekten yüreğe gergef işler gibi işlemişler, her Kayılı’yı bu hedef etrafında bütünlemişlerdi. Her Kayılı’nın yüreği yine bu hedef sayesinde bir atom çekirdeğine dönüşmüştü.
Yavuz Padişah da aynı yolun yolcusuydu. Bunun için önce Anadolu Birliği kurulmalı, ardından “İslâm Birliği” (İttihad-ı İslâm) sağlanmalı, ancak ondan sonra Batı’ya yürünmeliydi.
Yavuz’un, “Dünyayı bir padişaha çok, iki padişaha az” bulması işte bu yüzdendir. Şah İsmail ile yine bu yüzden hesaplaşması kaçınılmazdı: Anadolu, sırtını dayayabileceği bir kıvama gelmeliydi.
Şah İsmail’in “mürit” görüntülü müfrit casusları ve taraftarları Anadolu’da hâlâ cirit atıyor, yer yer ayaklanmalar çıkarıyor, merkezin gücü Anadolu’nun özellikle bazı bölgelerinde etkisiz kalıyordu.
Çaldıran öncesi Şeyhülislam’dan fetva aldıktan sonra, valilere gönderdiği fermanlarda, Şah taraftarlarının tespit edilmesini ve suçlarının gerektirdiği cezalara çarptırılmalarını emretti.
“Yavuz Sultan Selim 40 bin Alevi’yi (Osmanlı “Kızılbaş” demeyi tercih ediyordu) kesti”iddiasının kaynağı işte budur. Bu iddianın kaynağı ise, genelde, Alevi tarihçilerle Osmanlı’ya alabildiğine düşman yabancı tarihçilerdir.
Öyle bir hava veriliyor ki, sanki Yavuz durup dururken, sırf “Alevi” oldukları için Alevileri katletmiş!
Oysa Yavuz, Sünni-Alevi ayırımı yapmadan, devlet düşmanlarının üzerine yürümüştür.
Bunu “Alevi katliamı” gibi algılamak ve yansıtmak önce tarihi gerçeklere, sonra da vicdana terstir.
Bazıları da “Türkçe şiir” yazdığı gerekçesiyle Şah İsmail’e daha yakın, “Farsça şiir”yazdığı için Yavuz’a daha uzak dururlar… Bu yaklaşımın da gerçeklerle ilgisi bulunmamaktadır. Neden derseniz, o dönem, dil ayırımının belirleyici olmadığı bir dönemdir. Zaten Osmanlıca, Arapça-Farsça ve Türkçe karışımı bir dildir.
“Türkçe’yi kurtarmak” ya da Alevi kardeşlerimizi memnun etmek için çaba harcarken,Yavuz’a ve tarihe haksızlık ettiğimizi dikkate almak zorundayız.
Yavuz’u “katliamcı” gibi göstermenin tarihi sorumluluğunu kimse kaldıramaz!
Tarihe günün şartlarından, hele de “moda” akımlarından yaklaşmak, tarihi “tağyir”, “tahrif”, hatta “tahrip” eder.
Tarihçi kimseyi mutlu yahut tedirgin etmekle görevli değildir. Görevi tarihi gerçeklerle buluşup halkını yüzleştirmektir. Bu kadar!
Yavuz Bahadıroğlu/YeniAkit-15 Ocak 2017