Polisiye edebiyata kötü halde sardığım bir dönem vardı, 6-7 yıl evvel. Yerli yabancı, kuvvetli zayıf ne var ise okuyordum. Tom Ripley’e olan hayranlığım da o zamanlara dayanıyor. Patricia Highsmith’in kültleşmiş karakterinin “kabiliyetleri” ile aklımı aldığını, İngilizce “Ripliad” denen 5 kitaplık seriyi yutar şeklinde okuduğumu hatırlıyorum.
Aslen bizim neslin çoğunluğu şeklinde benim de Tom Ripley’le tanışmam Anthony Minghella’nın yönettiği 1999 tarihindeki The Talented Mr. Ripley filmiyle olmuştu. Başrollerinde Matt Damon, Jude Law ve Gwyneth Paltrow’un rol almış olduğu bu film eli yüzü oldukça muntazam bir uyarlama ve başarıya ulaşmış bir RIP101. (Halihazırda Netflix kataloğunda mevcut.) Sadece insan romanları okudukça karakteri daha da iyi tanıyıp kendini o garip aşk nefret ilişkisine kaptırıyor; Tom Ripley, her köşeye sıkıştığında “Buradan da kurtulamaz artık” ile “Ümit ederim kurtarmış olur kendini” içinde bir ikilem yaşıyor.
Hal bu şekilde olunca Netflix’in bir The Talented Mr. Ripley uyarlaması çekeceğini duyduğum günden beri merak içinde olduğumu tahmin edersiniz. Üstelik Tom Ripley’i Sherlock‘un Moriarty’si Fleabag‘in Hot Priest’i, son olarak All of Us Strangers‘ın yaslı yazarı, kabiliyet abidesi Andrew Scott’ın canlandıracak olması da merakımı katlıyordu.
Nihayet 4 Nisan’da dünyayla aynı anda bizde de seyirciyle buluştu Ripley. 8 bölümlük mini dizi tıpkı film şeklinde ilk romanın bir uyarlaması. Sadece aynı hikâyeyi bambaşka bir estetikle ve bence oldukça daha kuvvetli oyunculuklarla konu alıyor.
Yönetmen Steven Zaillian bununla beraber senaryoya da imza atmış. Oscar ödüllü görüntü yönetmeni Robert Elswit’in dizinin tamamını siyah beyaz çekme tercihi, aslına bakarsanız gerilimli olan hikâyenin gölgelerini daha da bir karanlıklaştırmış. Zannedersiniz ki Ripley, Alfred Hitchcock’un evinin tavan içinde bulunan yitik film makaralarının birinden çıkmış. (Hitchcock’un bir başka Highsmith romanı olan Strangers on a Train‘i beyazperdeye uyarladığını düşünürsek çok da fazla olmaz bir şey değil şeklinde sanki.)
Varlıklı babanın birazcık saftirik oğlu Dickie Greenleaf
Hikâyeyi bilmeyenler için özetlemek gerekirse özetleyeyim:
Yıl 1961, yer New York… Thomas Ripley yaşlılara “Tabip faturanızı ödemediniz, evinize icra gelebilir” deyip üç beş kuruş paralarını alarak geçinmeye çalışan bir dolandırıcı. Günlerden bigün barda otururken bir hususi dedektif yanına yaklaşıyor ve Herbert Greenleaf (Manchester by the Sea‘nin yönetmeni ve oyun yazarı Kenneth Lonergan) adlı oldukça varlıklı kişinin kendisinden bir talebi bulunduğunu bildiriyor.
Talep şu: Ripley, İtalya’nın Atrani şehrine gidecek ve Herbert’ın burada ‘la dolce vita’ yaşayan oğlu Dickie’yi (Lovesick‘ten tanıdığımız Johnny Flynn) ABD’ye dönmeye ikna edecek. Bu süreçteki tüm harcamaları da elbet Greenleaf’ler tarafınca karşılanacak.
Yüzünü yıkayacak suyu olmayan Ripley bu teklifi memnuniyetle karşılayıp Orient Express’le İtalya yollarına düşüyor. Atrani’ye ulaşıyor ve burada Dickie ile arkadaşı mı sevgilisi mi olduğu net olmayan Marge Sherwood’u (Dakota Fanning) buluyor. Dickie ve Marge, üstünde slip mayo ayağında iskarpinlerle plaja gelen bu garip adamı başlangıçta garipsese de zaman içinde Tom, Dickie ile arkadaşlığı ilerletiyor.
Dickie, ağzında gümüş kaşıkla dünyaya gelen, hayatta asla güçlük çekmemiş evlatların saflığına ve etkileyiciliğine haiz olduğundan kelimenin her anlamıyla aç olan Tom için muhteşem bir hedef. Dickie’nin zayıflıklarını bulup kullanma mevzusunda oldukça yetenekli olan Tom, kısa süre içinde evin bir insanı haline geliyor.
Çevrelerindeki öteki hepimiz Tom’a “Bu adam niçin burada ve ne istiyor?” filtresiyle bakarken, Dickie Tom’u kanatlarının altına alıp İtalyanca öğrenmesi için hoca bile tutuyor. İki adam beraber Napoli’ye, Roma’ya seyahatlere gidiyor, tekneyle denize açılıyor. Dickie, Tom’u Caravaggio’nun tablolarıyla ve yaşam hikâyesiyle (büyük hata) de tanışmamızı sağlıyor. Tom’un tek başına Dickie’nin evinde vakit geçirip banka hesap numaralarını öğrenmekten giysilerini denemeye ve imzasını yansılamak etmeye yapmış olduğu birçok şey de sonraki bölümlere dair mühim ipuçları içeriyor.
Tom ve Dickie; Dickie ve Tom
The Talented Mr. Ripley, 1955’te yayımlanmış, ortalama 70 yılda onlarca kere beyaz perdeye uyarlanmış bir yapıt olsa da ilk kez izleyeceklerin spoiler hassasiyetlerine saygı göstermek adına hikâyenin buradan sonrasını anlatmayacağım. Sadece söylemeden geçmek istemediğim birkaç detay var.
1999 tarihindeki filmi de düşündüğümde Ripley‘de dikkatimi çeken ilk şey Flynn ile Scott içinde fizyolojik olarak hiçbir benzerlik bulunmaması oldu. Kitapta ve filmimizde Tom ile Dickie’nin saç ve göz rengi şeklinde benzerlikleri, hikâyenin inandırıcılığı adına mühim bir detaydı. Sadece burada iki oyuncunun fizyolojik görünümleri oldukça değişik. Buna karşın Scott’ın oyunculuğu yardımıyla “Olmaz bu şekilde şey” demiyoruz. (Gerçi finale doğru bir yerde şartların zorlandığını düşünmedim değil.) Çekimlerin siyah beyaz olması bunda da mühim bir etken olabilir doğal…
Flynn ve Scott demişken, iki Amerikalı karakterin Birleşik Krallık’tan oyuncular tarafınca canlandırılması da garip bir detay. Bilhassa Flynn’in Amerikan aksanı için bir aksan koçuyla çalmış olduğu oldukça net. Fanning ise Marge rolünü yapan göze batmıyor.
Tanışır tanışmaz Tom’un can düşmanı haline gelen Freddie Miles’ı canlandıran Eliot Sumner’ın meşhur müzisyen ‘Englishman in New York’ Sting’in evladı bulunduğunu da yeri gelmişken söyleyeyim. (Sumner’ı seneler evvel I Blame Coco adıyla çıkardığı ‘The Constant’ albümünden tanıyanlar olabilir.)
Öte taraftan Müfettiş Ravini rolünü yapan İtalyan oyuncu Maurizio Lombardi döktürüyor. Sadece benim için en hoş sürpriz 2002’de gösterime giren Ripley’s Game filmimizde, oldukça daha yırtıcı bir Tom Ripley portresi çizen John Malkovich’in Reeves Minot rolündeki ‘cameo’su oldu.
İnternet çağlarında Tom Ripley ne yapar?
Diziyi izlerken aklımı kurcalayan bir suali da bu aşamada sizle paylaşmak isterim: Tom Ripley 2024 senesinde yaşasa ne yapardı?
1960’larda geçen, insanların haberleri gazetelerden almış olduğu, en süratli iletişimin telefon olduğu bir çağda mı Tom Ripley olmak daha kolay yoksa netin ve toplumsal medyanın çağlarında mı?
Yoksa çağımızın Bay Ripley’leri Tinder Swindler‘lar, Queen of the Con‘lar mı?
Fotoğraflar: Netflix